30 Mart 2009 Pazartesi

Hail to Neil!

Sevgili okur,

Bilmem biliyor musun, Neil Gaiman diye bir yazar var. Kendisi süper bir insan kanımca. Neden diye sorarsanız eğer, yirminci yüzyılın son döneminde ve yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında fantastik edebiyat alanında inanılmaz derecede güzel şeyler yapmış bir yazar çünkü.

Kendisiyle ilk olarak bir çizgi romancıdaki raftan bana doğru bakan Sandman serisinin ilk kitabı (Düş Müziği) vasıtasıyla tanıştım. O bitti koşarak gittim serinin ikinci kitabını (Bebek Odası) aldım. Sonra kimmiş bu Neil Gaiman diye araştırırken aslında o zamana kadar niçin keşfetmediğime yandım da tutuştum, ve ardından bir yılbaşı esnasında hediye olarak Signal to Noise ve Midnight Days kitaplarını aldım. Signal to Noise beni derinden etkiledi. Özellikle Dave Mckean'in kolaj çalışmaları ve inanılmaz görsellik becerisinin esiri oldum.

Daha sonra Stardust geldi. Önce filmini izledim, çok eğlendim, yer yer duygusal olmasına rağmen genel olarak eğlenceli ve güzel bir çalışmaydı. Daha sonra kitabını aldım. Evet, onu da Neil Gaiman yazmıştı. Okudum, okudum, okudum ve en sonuna geldiğimde ağladım. Neden diye sormayın çünkü filmdekinden uzak bir son bekliyor sizi. Tam anlamıyla büyüleyici bir aşk hikayesiydi kitap. Tabi ki Charles Vess'in o güzide çizimleri olmasa o etkiyi yaratamayabilirdi. O yüzden sevgili okur, olur da kitabı alacak olursan normal bir baskısını değil, grafik roman baskısını tercih etmeni şiddetle öneririm.

Üniversitedeyken İngiliz Edebiyatı dersinde okuduğum Beowulf destanı beni çok derinden etkilemişti. Tamamen farklı diyarlara gitmiş, farklı şeyler hayal etmiştim düşgücümün sınırları dışında. Sonra bir gün Beowulf'un filminin çekileceğini duydım ve vizyona girer girmez de izledim. Ve baktım ki senaryosunun yazan kişilerden biri Neil Gaiman'dı yine. Zaten senaryoda normal destandan bir takım sapmalar vardı ancak bu sapmalar çok iyi bir şekilde yerine oturtulmuştu. Bunu yapsa yapsa Neil Gaiman yapabilirdi kanımca ve yapmıştı da.

Endless Nights'ı ve Dream Hunters'ı da okumadıysan lütfen oku sevgili okur. Oku ki yeryüzünde insanların ne kadar güzel işler çıkarabildiğini gör.

En son Coraline'ı okudum. "The Day I Swapped My Dad for Two Goldfish"ten sonra okuduğum ikinci çocuk kitabıydı Neil Gaiman tarafından yazılan. Ama inanın büyülendim. O karanlık atmosfer kitaptan taşıp benim etrafımı sardı, öbür boyuta ben de geçtim Coraline ile birlikte. Mayıs'ta da filmini izleme şerefine nail olacağım. The Nigtmare before Christmas'ın yönetmeni Henry Selick'in hayal gücüyle Neil Gaiman'ın yaratıcılığı bir araya gelince neler olacak görmek istiyorum sabırsızlıkla.

İşte böyle, nereden aklıma geldi bu yazı bilmiyorum ama sonuç olarak söyleyebilirim ki Neil Gaiman gerçekten alanında başarılı ve kendini aşmış bir yazar. Henüz okuyamadığım bir sürü kitabı var ve hepsini yavaş yavaş Robinson Crusoe'dan temin edeceğim.

Bu yazıyı buraya kadar okuduysan sonsuz teşekkürler.

Kendine iyi bakman dileklerimle,





27 Mart 2009 Cuma

Film mi? Bayılırım!

Sevgili okur,
Şimdi ben az önce The Fall filmini aradan bir hafta bile geçmeden ikinci kez izledim. Neden, saçma mısın diye sorma hiç, çünkü çok beğendim. Hatta ilk izlediğim günün akşamına bir daha izlemek istemiştim ama saçma olur diye korktum. Az önce izledikten sonra da en sevdiğim ilk on filme girdiğini saptadım. Şimdi bana ne senin ilk on filminden diyebilirsin haliyle, bu mantıklı bir sorgulama da olur ama ben yine de düşündüm, taşındım en sevdiğim ilk on filmi ve neden sevdiğimi yazmak istedim. Bu noktadan sonra bu yazıya benzeyen şeyi okumamakta serbestsin tabi ki. Zorlarsam daha da saçmalamış olurum. DVD rafıma göz atıp hemen geleceğim...

Eveeeeet, şimdi efendim, top 10 listeleri gibi en sondan başlamak istemiyorum, o yüzden şöyle başlamak istiyorum:


1. The Lord of the Rings

Tolkien'in şaheserini yapılabilecek en iyi şekilde görselleştirdiği için.






2. Pan's Labyrinth


İğrenç gerçeklikle Ophelia'nın hayal gücünü yine en gerçekçi bir şekilde harmanladığı için.




3. The Fall

Bir masalın ne kadar güzel anlatılabileceğini gösterdiği için.







4. Big Fish

Her izleyişimde kendimi kaybederek ağladığım için.









5. Once

Gerçek dünyadaki gerçekçi bir aşkın nasıl bu kadar gerçek olabileceğini gösterdiği için.







6. Eternal Sunshine of the Spotless Mind



İzledikten sonra Montauk'a koşarak tren istasyonunda beklemek istediğim için.






7. The Nightmare Before Christmas

Farklı bir hayal gücünü farklı bir teknikle yorumlayarak yaratıcılık sınırlarını aştığı için.








8. 300


Gerçek bir kahramanlığın ve destanın nasıl olabileceğini resimlediği için.








9. Ulak

Bir zamanlar çocuk olduğunu unutan yetişkinlere bir şeyler hatırlatmak için.








10.Stardust

Her seferinde yüzümde bir tebessüm bıraktığı için.

Lütfen oku: Bazı resimler saçmalamakta an itibariyle, yıllardır uğraştım inatlaştılar benimle. Üzülerek yayınlıyorum.

24 Mart 2009 Salı

Jove'un G.tünden Karpuz Düşürmek

Sevgili okur,

Bugün uzun süredir yapamadığım, yapamadığım için de içimi paramparça eden bir şeyi yaptım. İstanbul Boğazı adı verilen, Yunanca Bosphorus kelimesinden gelen deniz parçasından karşıya geçerken beni çok heyecanlandıran bir şey yaptım. Öncelikle bu Bosphorus'un nereden geldiğini açıklayayım yoksa içim rahat etmeyecek. Efendim şimdi bu kelime iki ayrı kelimenin birleşimidir. Bu kelimer "Bous" yani Yunancada "Öküz, İnek" ve "Poros" yani, "Geçit" kelimeleridir. İkisini birleştirince Geçit Öküzü veya Öküz Geç ya da Öküzlü Geçit gibi şeyler ortaya çıkabilir, ancak buradaki en iyi birleşim "Öküz Geçiti" veya "İnek Geçiti" şeklindedir. Evet, şu anda da bu geçitten geçerken etrafımıza baktığımızda bir sürü öküzün olduğunu görebiliyoruz ama asıl hikaye yine birçok şey gibi Antik Yunan'dan geliyor. Süper ötesi tanrımız Zeus yine bir çapkınlık yapıyor ve sevgilisi Io'yla birlikteyken kıskanç eşi Hera tarafından basılıyor. Ardından kaçması için bir inek kılığına sokuyor ve bu kızcağız da o haliyle yüzerek karşıya geçiyor. İşte bu yüzden buraya Boshphorus adı veriliyor.

Şimdi bu ayrıntılı bilgileri bir kenara bırakalım ve benim neden bu kadar sevindiğime gelelim. İşte ben bugün bu öküz geçitinden geçerken kullandığımız vasıtada yasak olmasına rağmen uzun bir süre sonra bir sigara içtim. Hatta o kadar heyecanlandım ki hıçkırık tuttu. Ama içicem dedim, inat ettim ve içtim. İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adımdı.

Sonra yolda evime doğru giderken, İstiklal Caddesi ülkesindeki harikalar diyarı Robinson Crusoe kitapçısından aldığım "Talihsiz Serüvenler Dizisi"nin 8. kitabını (Dehşet Hastanesi) okumaya koyuldum. Zaman çabucak geçiverdi. Vapurda içtiğim sigaranın üstüne de iyi geldi. Böyle küçük küçük şeylere takıldım sonra. Robinson Crusoe kitapçısı benim olsun, çizgi romancısını başkası almayacaksa o da benim olsun. Ha bir de Kadıköy'deki figür cenneti Dreamers'ı istiyorum.
Değerli okur, saçmaladığım için özür dilerim.

Kendine iyi bakman dileğiyle.


19 Mart 2009 Perşembe

Reklam kokan yazılar

Sevgili okur,


http://deepblackdarkness.deviantart.com/ adresine gittiğinde bi takım resimler, çizimler göreceksin. Bunlara istersen bakabilirsin, seni zorlayamam.

Teşekkürler.




18 Mart 2009 Çarşamba

God of War, Trajik ve Epik Kahramanlar üzerine

God of War gerçekten inanılmaz bir oyun. Aslında bir oyundan çok daha ötesi. Homeros görseydi eğer kesinlikle o da severdi. Kendi anlattığı Yunan mitolojisinin daha güzel bir görselleştirmesi yapılmadı kanımca şu ana kadar. Mekanlar, karakterler, mitolojik yaratıklar, kısacası her şey insanı doğrudan tutup mitolojinin dipsiz derinliklerine kadar sürüklüyor aniden. PSP versiyonunu oynadım ve bitirdikten sonra gerçekten tüyleriminin diken diken olduğunu hissettim. Kratos'un sağlam karakteri, kendinden emin hareketleri ve her şeyden de öte trajik ve epik kahramanların bir birleşimi olması insanı gerçekten derinden etkiliyor. Yunan mitolojisindeki trajik kahramanlara bakıldığında akla gelen ilk örneklerden biri Oedipus oluyor. Oedipus'un geçtiği zamanlara baktığımızda antik mitolojideki kırılma noktasına denk geldiğini görüyoruz. Kırılma noktasından kastım, kişilerin artık çok tanrılı dinlerine ve dolayısıyla bununla birlikte gelen mitlere olan inançlarını yitirmesidir. İşte bu nedenle Oedipus bir trajik kahramandır. Kendi annesiyle birlikte olduğunu öğrenince cezasını tanrılara bırakmayıp kendi gözlerini kör ederek kendisi vermiştir. Kratos ise kendi ailesini kendi elleriyle öldürdüğü ve ruhunu kaybettiği için trajik bir kahraman olarak betimlenebilir. Ancak aradaki fark Kratos'un doğrudan tanrılarla temas halinde olup onlar tarafından verilen görevleri yerine getirmesidir. Bu notada bir epik kahraman olan Herkül'le arasında bir benzerlik vardır ancak Kratos tanrıların soyundan gelmez. Ruhunu Ares'e sattığı için artık insani özelliklerini kaybetmiştir ve Ares'in Atina'ya saldırması üzerine tanrılar Savaş Tanrısı'na karşı Kratos'u kullanmak ister ve kendisine ölümsüz güçler verilir.

God of War - Chains of Olympus oyunundaki ana mekan Hades idi. Olayların büyük bir çoğunluğu Hades'te geçiyor ve böylece yeraltı ülkesinin gizemli yerlerini keşfetmiş oluyoruz. Ve buradaki en heyecan verici şey ise Atlas'ı görüyoruz. Yunan mitlerine baktığımızda Atlas'ın Zeus tarafından dünyayı omuzlarında taşıma cezasına çarptırıldığını görüyoruz. Ama God of War'un senaryosu içerisinde bunu bizzat biz kendi ellerimizle Kratos'a yaptırıyoruz ve üstelik karşımızdaki de başında zeytin dalı olup beyaz bir kıyafet içerisindeki uzun saçlı ve sakallı Atlas değil. Tam olarak bir titan'ın olması gerektiği gibi resmedilmiş bir Atlas :)

Sonuç olarak söyleyebilirim ki fantastik kurgu ve mitoloji tutkunlarının kesinlikle oynaması gereken bir oyun. Bir an önce başlayın derim.

Depresyon anlarından fırlayan tozlu hikayecik



O gün yine güneş doğdu, yine gün bütün umursamazlığıyla kendine gelmeye başladı. O da günü umursamadı, gün kendi başına devam etmeye devam etti. Peki o ne mi yaptı? Yine her zaman yaptığını yaptı tabi ki. Gözlerini zorla açtı, bir iki kez esnedikten sonra yataktan doğrulmaya çalıştı ama olmadı. Neden mi olmadı? Bilmiyordu, belki de dün gece çok fazla içmişti, belki de gece içmeye başlayıp sabaha kadar da içmeye devam etmişti, hatırlamıyordu, gözlerini açamıyordu çünkü çok fazla şişmişlerdi. Başını şöyle bir kaldırmayı denedi, başardı da, ama yapabildiğinde tek gördüğü ve hissettiği şey kararmaya yüz tutmuş bir hava ve bu havanın içine doldurduğu umutsuzluktu. Yataktan çıkmak için bir hamle yapmaya çalıştı ve ayaklarını yere koyduğunda duyduğu ses yere devrilen boş bira kutusunun çıkardığı tıngırtı sesi oldu. Kutu yuvarlandı, yuvarlandı ve kapının önündeki, boş sigara paketinin yanında durdu. Daha tam açılmamış gözleriyle kutuyu sonuna kadar takip etti, neden doğrudan paketin yanına gittiğini düşündü. Bir nedeni yoktu muhtemelen, zaten neyin belirli bir nedeni olmuştu ki şu ana kadar? Bir anda sonuna kadar anlamlı olan şeyler bir an geldiğinde anlamlarını yitiriyordu hep. Neyse, zaten çoğu zaman bu tarz şeyleri düşünmeyi sevmemişti çünkü düşündüğünde de daha fazla anlam ifade edeceğini düşünmüyordu çoğu şeyin. Bütün bunlar beynini yerken bir yandan da odasından çıkıp evin içinde boş boş gezinmeye başladı. Evde neden kimse yoktu ve ev niye bu kadar soğuktu? Bilmiyordu, hiçbir şey bilmiyordu, kafası o kadar bulanıktı ki, artık nedenleri, sonuçları incelemeyi bırakmak istiyordu, normal insanlar nasıl devam ediyorsa o şekilde devam etmek istiyordu ama o anda o kadar anlamsız geliyordu ki herşey. Sanki herşey için çok geçmiş gibi bir hisle doldu içi aniden. Çoğu hissini öldürdüğü gibi bu hissi de öldürmeye çalıştı, ne de olsa herkes bazı hislerinin ölmesi için o kadar yardımcı olmuştu ki ona, o kadar basit görülmüştü ki o hisler, o yüzden artık pek de önemsemiyordu aslında. Sona geldiğini hissediyordu, düşmesine pek de fazla bir şey kalmamış gibiydi aslında. Birkaç gündür uyuyamadığını, aslında birkaç gündür pek de bir şey hissetmediğini, yalnızca yalnız kalmaktan korktuğunu hatırlıyordu. Şimdi ise artık hiçbir şeyin anlamı kalmamış gibiydi, soğuk evin içinde dolanırken önemsemiyordu hiçbirşeyi. Evi başından sonuna kadar dolaşıp kimse olmadığından emin olduğunda ise çok korktu, böyle bir korku hissetmemişti galiba, açık pencerelerin birinden gelen soğuk havayı içine çektiğinde, çektiği havanın temiz havadan çok bir lağımdan veya bataklıktan yükselen pis bir kokuyla dolu olduğunu fark etti. O anda odasına dönmek için deli gibi koşmaya başladı, ev zaten çok da büyük değildi, kendini odasında bulması birkaç saniyesini aldı. Odasının koridoru da gören camlı kapısından içeriye baktığında yatağında yatan birilerini gördü, silüetin sırtı dönüktü, yüzü pek iyi seçilemiyordu. Korkuyla ve telaşla yavaşça yaklaştı, ahşap zeminde hiç ses çıkarmadan ilerledi. Yatağa yaklaştıkça aslında istese de yerdeki tahtalardan ses çıkmadığını fark etti, yatağın yanına geldiğinde kendi yüzünü ve yatakla duvarın arasına düşmüş olan hap kutusunu ve yerdeki tek hapı gördü. Bir anlık şoku atlattıktan sonra kendi kendine gülümsemeye ve ardından kahkaha atmaya başladı. Güldü, güldü, güldü, adeta deli gibi, katıla katıla, haykırarak kahkaha atıyordu. Sonunda olmuştu, yapabilmişti; hem de hiç farkında bile olmadan. Camdan dışarı baktı, Boğaz’dan gelen bir gemi sesi ortalığı kapladı, hayattı sonuç olarak, devam ediyordu ama o artık bunu takmayacaktı, takamayacaktı çünkü kendisi hayattan çıkmıştı...

17 Mart 2009 Salı

Hepimiz biraz talihsiz değil miyiz?

Her ne kadar Lemony Snickett'ın 13 kitaplık "Talihsiz Serüvenler Dizisi"ndeki Baudelaire öksüzleri kadar talihsiz olmasak da (ki bu çok düşük bir ihtimal zaten) kime sorsak herkes bir noktada talihsiz. Sonsuzluk süresi bitene kadar hayatımızdaki kötü giden şeyleri anlatabiliriz hiç durmadan. Bu blog da böyle talihsiz başladı ama neyse, olsun artık...